I ) Arûzun Söylettikleri(*) başlıklı kitabımın ön-söz’ü :
Şiirlerimi okuyanlar: “Eskiyi sürdürüyor… Şiirimize yeni bir katkıda bulunamamış. Fosilleşmiş kelimeleri, bayatlamış imajları ısrarla kullanmış..” şeklinde hülâsa edilebilecek değerlindirmelerini esirgemeyecekler… Ben ise, bunları biliyor ve peşînen kabulleniyorum. Ancak; bu gibileri hayrete düşürecek husus şudur ki, bu şiir anlayışımla iftihar ediyorum!
Fuzûlî ve Bâkî ile mükemmeliyetin zirvesini idrâk eden klâsik şiir san’atımız, birtakım kasıtlıların iddiaları hilâfına ve mâlûm cereyanların saptırıcı tesirlerine rağmen, miktarca az fakat öz bir şairler topluluğu elinde ve dilinde ve aynı istikamette devam etmekte, gelişmektedir. Merhum Yahya Kemâl Beyatlı ile ikinci bir defa bir altın devir, tepe noktası gösteren klâsik şiirimizin, Milletimizin vâr olduğu müddetçe daha pek çok Fuzûliler, Bâkîler, Nedîmler , Yahya Kemâller yetiştireceğinden emîn olmak lâzımdır.
Bunları, kendimi müdafaa maksadıyle değil, iftihar sebebini izah için kaydediyorum.
Nasıl, sesler mûsikimizin, renkler resim san’atının.. vaz geçilmez elemanları ise, kelimeler de, şiirin vaz geçilmez unsurladıdır.
Nasıl bir mûsikî eserinde çeşitli sesler arasında melodik, armonik, ritmik, prozodik bağlantılardan doğan bir âheng varsa, aynı bir şiiri terkîb eden kelimeler de; sesli ve sessiz harflerinin kaynaşma şekil ve nisbetinden doğan âheng; kelimelerin insanda husûle getirdkleri tahassüs, tefekkür ve tedâî bakımından birbirleriyle yakından alâkadadır, veya öyle olmalıdır.
Kelimelerin bu ehemmiyetli rolü karşısında, manasının, Arapça-Farsça, Osmanlıca, Türkçe, Öztürkçe(?), Arıdilce(?), Uydurukça(?)’dan seçilmesi de her şâiri, biraz da kültürü nisbetinde düşünceye sevk eden bir meseledir.
Manzum – mensur yazı lisânının, sâdeleşme perdesi altında, paradoksal ve sun’î bir tarzda, konuşma lisânını fersah fersah geçerek kısırlaşmağa ve bayağılaşmağa doğru gitmesi, mütehavvil (labil) bir hal alması, vatandaşların ancak yüzde birinin anlayabileceği bir (zümre dili) hüviyetine bürünmesi, gelecek yüzyıllara hitâbı gaye edinenleri ne derecede düşündürmektedir, bilemiyorum. Ben; bu görüş ve endîşe iledir ki, Farsça-Arapça-Fransızca veya Uydurukça değil; Bâkîce, Yahya Kemâlce yazmak sûretiyle, asırlarca sonra dahî anlaşılabilmek çâresini, sırrını keşfetmenin ve bunu tatbîk edebilmenin gurûrunu duymaktayım!
Zevk almadınsa, bil ki, hitâbım, değil sana;
Bâkîce şi’rimin dili, Yahyâ Kemalcedir!
Eskiye, klâsiğe, Tarz-ı kadîme intisâb ve ilticâmın sebebini böylece belirttikten sonra biraz da, bu tarzın tahlîl ve tenkîdini yapmam gerekiyor:
A) Şiirin hâricî unsurları husûsunda:
1. Kelime seçimi bir yana; vezin ve nazım şekillerine tasarrufta da teceddüd sun’îliği peşinde koşmadım.
2. İmâle, zihaf ve hattâ vasl’a(ulamaya); ancak ifâdeye kuvvet mülâhazasıyle müsâadeye çalıştım.
3. Mısraların, gereksiz kelimelerle imlâsı nakîsesinden, iktidârım nisbetinde kaçındım.
B) Şiirin derûnî unsurları husûsunda:
(Şiirin hâricî unsurları kısmında îzâh ettiğim hususlara riâyeti bir nebze ihmâl etmemekle berâber:)
1. Gazel tarzındaki şiirlerde, kadîm şâirlerimizden bir kısmının, kafiyelerin esîri olarak aynı imajları tekrarlamaktan kurtulamadıklarını müşâhede edip; kafiyelerin esîri olmak yerine, onlara bambaşka, yepyeni bir şekilde tasarrufu şiâr edindim. (“Rindâneden” kafiyeli ve “kalan” redifli gazelimi, dîvan şâirlerinin aynı kafiyelerle örülmüş gazalleriyle karşılaştırınız!)
2. Klâsik tarzda muvaffak olmuş sayılan şiirlerimizde, bellibaşlı şu
çeşit davranışları müşâhede ettim:
a) Mâlûm ve muayyen şekil, vezin ve kafiyelerle hoş sözler söylemek:
Dâr-ı dünyâ, deli gönlüm gibi vîrân olsa;
Ne cihân olsa, ne cân olsa, ne hicrân olsa!
Gibi…
b) Güzel imajlar yapmak:
Kâââş kii sevdiğimii sevse kamuu halk-i cihân;
Sözümüz cümle heman kıssa-i cânân olsa!
Gibi…
c) Darb-ı meseller söylemeğe çalışmak veyâ mâlûm Hadîs-i
Şerîfleri, ata-sözlerini nazmen ifâde etmek:
Dedi ol bülbül-i gülzâr-ı sühan:
Besle kargàyı çıkarsın gözünü!
Gibi…
d) Rengîn bir tablo çizmek:
Bir elindee gül, bir_eldee câââm geldin sâkıyâ;
Hangisin alsam.. gülüü, yâhut ki câmıı, yâ seni?
e) İctimâî mes’elelere temasla fikriyat yapmak:
Diyâr-ıı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm;
Dolaşdım mülk-i İslâmıı bütün vîrâneler gördüm!
Gibi…
f) Anlaşılamamanın acısını, kapalı veyâ açık bir şekilde dile
getirmek:
Kadrinii seng-i musallàda bilip ey Bâkî;
Durup_el bağlayalar karşına yâran saf, saf!
Veyâ,
Gınâ bezmindekii mağrùr-u nâ-âsùde serverden,
Fenâ bezminde hâb-âlûd olan mestânemiz yeğdir!
Veyâ,
Eğer ehl-ii basîretsen hüner arzetme nâdâna;
Anâdan doğma a’mâlar değildir vâkıf elvâna!
Gibi…
g) Cinaslı sözler, kelime oyunları ile paradoksal netîcelere
varmak:
Bâkî gene mey içmeğe and_içti demişler…
Dîvâne midir bâde dururken içe andı?!
Gibi…
h) Övünmek:
Bu devr_içinde benim pâdişâh-ı mülk-i sühan;
Banaa verildi kasîdee, banaa verildi gazel!
Veyâ,
N’ola meyletseler_eş’ârına erbâb-ı safâ;
Bâkıyâ; şiii’r değildir, bu bir_âkar sùdur!
Veyâ,
Şâir, olursa olsa senin gîbi Nâbiyâ;
Ta’bîri hoş, nikâtı muhayyel, beyânı şùh!
(Son iki misâl; şâirlerimizin -güzel şiir- anlayışlarını belirtmek bakımından ehemmiyet arzeder.)
i) Hayâtın acılığını, tadsızlığını değil de buruk lezzetini; feryâd, îlân, tebliğe kaçmadan İHSÂS etmek; okuyanda, dinleyende (tabîîdir ki anlayanda) hissî dalgalanmalar, tedâîler husûle getirmek:
Mey_içmek_istedim_eyyâm-ı lâle-vüü gülde;
Bahâââr geçti kadeh şîşeden doluncağa-dek!
Veyâ,
Bâkî; çemende hayli perîşân_imiş varak;
Benzer ki bir şikâyeti var ruuuzgââârdan!
Gibi..
Bu son tavrı; şiir san’atının vasfına, ihsâs etme, duygulandırma gàyesine uygun görüp tercîh ettim.
Fakat; büyük şâirlerimizin dîvanlarında dahî bu tarz ve kudretde beyitlerden ancak 1-2 tâne bulunabileceği bir hakıykatdir.
Kitabımdaki:
Bülbül; sebeb ne nâlişe, feryâda bilmezem;
Teşrîf eden, çok özlediğin nev-bahââârdır!
Ve,
(Fasl-ıı bahââârdır!) demişim bâde içmişim;
Avcumda cam kırıkları peymâneden kalan!
Beyitleri, bu tarzın nâçizâne misalleridir.
3. Büyük-küçük bütün dîvan şâirlerimizin şiirlerinde, pek çok cılız, zevksiz beyitler blunduğunu; edebiyâtımızın yüzde doksanını bunların teşkîl ettiğini müşâhede ve bu hususta hemen tek istisnâyı teşkîl eden Yahyâ Kemâl Beyatlı’nın açtığı yoldan yürümeğe, her şiiri hemen aynı kıymette mısrâlardan terkîbe gayret ettim.
Yalnız kendim için, kendi zevkime, anlayışıma hitâben şiir yazdım! Bununla berâber, az da olsa, bir kısım okuyucularımın hislerine de tercümân olabildiğimi zannediyorum.
Şiirlerimi yazı ile ifâde husûsunda pek fazla zorluk çektiğimi îtirâf ediyorum. Alfabemiz ve noktalama işâretlerimizin, dilimizi ifâdede, bir nktadan snra âciz bir duruma düştüğü muhakkaktır. Kıymetli Hocam bir şiirinde:
Kalem lisânını boşladım gayrı,
Çubuk dillerine başladım gayrı!
Der.
Kalem lisânını sıkı tutunca yazı ile ifâde imkânlarının ne hâle geldiği husûsunda şiirlerimden misaller vererek yazımı uzatmak istemiyorm.
I. Yazdıklarımla bediî duyguları yerine öfkelerini uyandıracağım
san’at esnâfının vukùu muhtemel taarruzlarına gelince..
Bir kitap yazarak (… Selim II. ye kapılanma vesîlesini de ihmâl etmemiştir.) (… yine bir yolunu bulmuş olacak ki ) ( Feridun Bey’e sokularak ) (… İhtiyarladıkça mevkî hırsı büsbütün artan Bâkî ) gibi çirkin lâkırdılarla Sultânu’ş-şuarâ’ya çatanlardan beklenen zâten mâlûm olduğundan sürpriz teşkîl etmeyecek, teessür uyandırmayacaktır.
Eslâfa Cenâb-ı Hakk’dan rahmet diler, meş’aleyi bizlerden devr alacakları şimdiden selâmlarım.
II )
“İslâmî Edebiyat” dergisi anketine cevabım :
“İslâmî Edebiyat” Temmuz-Ağustos-Eylül 1990 târîh, Sayı:8’dan :
Dr. CAHİT ÖNEY’le ŞİİR ÜZERİNE
Konuşan: Ahmed ERGİN
SORU: 1 “Şiir”i bize tanıtır mısınız?
CEVAP: 1 Şiirin târifi pek zor.. Şâirden ziyâde edebiyat nazariyatçılarının daha başarılı bir târif getirebilmeleri mümkün ise de şunları söyleyebilirim: “Şiir, bir inanç veyâ vâkıanın (his-fikir-heyecan) üçgeninde değerlendirilip, nazım ve onun kaideleri içinde mesaj hâline getirildiği bir dil sanatıdır.”
SORU: 2 Bu çerçevede eski şiirimiz için bir değerlendirme yapar mısınız?
a) Vezin, âhenk,
b) Anlam ve fikir
c) Edebî sanat yönünden
CEVAP: 2 Her şiirde (his-fikir-heyecan) unsurları bulunur. Konuya göre bunlardan biri ön plandadır. Uzun şiirlerde bu unsurlar münâvebe ile şiddet kazanır. Eski şiirimizi, Osmanlı devri şiiri ve daha özel tâbiri ile “Dîvân şiiri” şeklinde anlarsak, husûsiyetleri şöylece özetlenebilir:
A- Form zenginliği vardır: Münâcât, na’t, tercî-i bend, terkîb-i bend, kasîde, gazel, rubâî, beyit, mesnevî, murabba’, muhammes, kıt’a, terbî, taştîr. Sonraları şarkı, lugaz, târih, surnâme, ramazannâme, iydiyye… Bu formlardan bâzılarının da, kasîdede olduğu gibi, bölümleri vardır.
B- Dîvân edebiyâtında vezin, arûzdur; rubâînin ise özel ve çeşitli kalıpları mevcuttur.
C- Teşbih, mecaz, istiâre, tenâsüp, tezat, tevriye gibi edebî sanatlar “bilgilice” kullanılır.
D- Dîvân şiirinde mesaj açıkça verilmez; ibham tercîh olunur. Dîvân şiiri ve özellikle “müfred”ler, bir tablo seyreder gibi okunarak yorumlanacak değerdedir.
E- Dîvân şiiri, âhengi yalnızca arûzla sağlamaz; kelimeleri seçerken, bunları peşpeşe sıralarken âhenk endîşesindedir. Bu sebeple dîvân şiirinin bir lugatçesi oluşmuştur. Alelâde kelimelerle şiire girebilecek kelimeler birbirinden ayrılmıştır. Netîcede bir “şiir dili” meydana gelmiştir. Dîvân şiirinden zevk alanlar, bâzı kelimeleri anlamasalar bile onun âhengi ile yetinebilirler.
F- Dîvân şiiri başka bir dile tercüme edilemez; ancak meâli verilebilir. Değerinin bir dile bağlılığı, “millî” vasfını almasını sağlar.
G- Dîvân şiirini, mazmunlarını anlamak için bilgi, kültür gereklidir.
H- Dîvân şiiri önceleri tamâmen islâmî iken, zamanla nefsânî bir hüviyyet almıştır.
SORU: 3 Modern şiir için neler söylersiniz?
CEVAP: 3 Modern şiir, dîvân şiirindeki bütün mecbûriyetleri, kayıtları reddetmiştir. “Lakırdı” diyebileceğimiz, eski ölçülere göre şi’riyyetten uzak kelimeler ve konular işlenmiştir. Modern şiir bu sebeple bir dilden diğerine tercüme edilebilir; hattâ tercümesi aslından daha başarılı da olabilir. Bu yönüyle “millîlik” vasfı zayıflamıştır.
Modern şiirde mısra-ı berceste, müfred(tek beyit) başarısızdır; olamaz.
Modern şiirde herkes şâirdir; her şiiri herkes anlayabilir.
SORU: 4 Eski şiirle yeni şiirin kıyaslanmasından nasıl bir sonuca varabiliriz?
CEVAP: 4 “Şiir estetiği” yönünden dîvân şiiri, modern şiirden çok üstündür. Modern şiir, klasik örneklerden yoksundur, köksüzdür.
Yakın târîhe kadar modern şiire karşı bir “ikrah” duymakta idim. Fakat çağımızın şartlarını dikkate alarak “mesaj” unsurunu hedef sayarsak ve çok geniş bir kitleye seslendiğini hesâba katarsak reddedilmemesi, yaranılması gerektiği netîcesine varırız. “Tercüme edilebilir” karakteri, yabancı antolojilerde yer alabilmesini de sağlar. Yeter ki konuları inanç ve zevkimize ters düşmesin!
SORU: 5 Siz hangi tarzı benimsemişsiniz?
CEVAP: 5 Ben, 1943’den beri eski şiirimizin, dîvân şiirinin hem okuyucusu, hem yazarıyım. Romalılardan kalma eserlerin kazılarla yer yüzüne çıkarılıp restore edildiği bir devirde ve ülkede dîvân şiiriin, klasik mûsıkîmizin bir tarafa atılmasına razı olamam.
SORU: 6 Sizin etkisinde kaldığınız ya da beğendiğiniz şiirleri zikretmeniz ve örnek vermeniz mümkün mü?
CEVAP: 6 Fuzûlî’nin “Su kasîdesi” ile Bâkî’nin “Kanunî Sultan Süleymân’a mersiye”sini zikredebilirim.
SORU: 7 En çok beğendiğiniz bir şâirden en beğendiğiniz mısra’ veyâ şiiri kaydetmek ister misiniz?
CEVAP: 7 Dîvân şâirlerini ve onların şiirlerini beğenirim. Dîvân şiirinin münâcât, na’t, kasîde, gazel, rubâî, beyit, mesnevî konularındaki şiirler ancak kendi aralarında değerlendirilebilirler; “şu kasîde mi güzel, yoksa şu rubâî mi?”denemez. Bâzı şâirler bâzı formlarda daha başarılı görülmüşlerdir (kasîdede Nef’î gibi..) Bu sbeple bu sorunun cevâbı pek geniş ve zordur. Bununla berâber Hazret-i Meslânâ’nın mesnevîsini; Fuzûlî ve Bâkî’nin yukarıda adları geçen şiirleriyle Mehmet Akif Ersoy’un bütünüyle Safahâtını bilhassa kayda değer buluyorum. Safahât’ın en önemli yanı, islâmî şiire dönüşün bir âbidesi oluşudur.
Günümüz şiiri bir edebiyat ürünü olmaktan ziyâde, “basın endüstrisi ham maddesi, ara maddesi”dir.
1950 yılına kadar; edebiyatçı olarak arùz ve hece şâirleri tanınmış; isim yapmışlardı. Bunların yazdıkları şiirlerin aylık toplamı, ancak bir dergiyi besleyebilirdi. Basın sanâyii ise, yüzlerce edebiyat dergisi ve şiir kitabı basılmasını beklemekte idi. Ümitlerinin gerçekleşmesi için binlerce; hayır, binlerce değil, yüzbinlerce şâire ihtiyaç vardı. Bu yüzbinlerce şâir, aynı zamanda yüzbinlerce – milyonlarca değil! yüzbinlerce – okuyucu demekti. İşte bu sebeple şiirde vezin, kàfiye, nazım şekli, şiir dili(x) terk edildi. Türkçe bilen herkes şiir yazabilirdi, yazmağa başlamıştı ve yazmalıydı!.. “Beyit”, “rubâî” gibi kısa şiirler; endüstriel talebi anlamamış gàfillerin değersiz, mânâsız eserleriydi. Bir tek şiiri sahîfaları kaplayan şâir ne kadar övülse yeriydi. Böyle bir şâire; uzun soluklu, kudretli ve doyurucu(!) demek lâzımdı. Hangi şiirin diğerinden üstün olduğunun kriterieri yok_edilmiş, tenkîd lüzumsuz ve müşterîleri rahatsız edici lâkırdılardan sayılmıştı. Akla şu soru geliyor: Üniversitelerimizde, 1950lerden sonra, şiirin iyisini, kötüsünü; güzelini, çirkinini ayırd edecek, estetik hüküm verecek hoca, hâce yok mu idi? Bir Ord. Prof. ve onunla -edebiyat dışı konularda- devamlı mücâdele hâlinde olan Prof.; şiirin iyisini-kötüsünü, güzelini- çirkinini ayırd edebilecek, estetik hüküm verebilecek şekilde yetişmemişlerdi!. Her ikisi de şiirlerini neşretmiştir. Dediğim vasıfta ve kudrette olsalardı, öyle(?) şiir yazmazlar ve hele neşrini düşünmezlerdi. Bu düşüncemi, beyitlerimle ifâde etmiş idim:
Yoktur bugün fakültede eş’ârım_anlayan:
Târihçi, terceman.. gramer, dilde hâceler!..
Körler diyârı hâkimi şehlâ imiş meğer;
Şâir değil, “garip-gurebâdan” görür bizi!..
Takdîr edecek kalmadı şi’ri;
Üç-beş kişinin şâiriyim ben!..
(x) Şiir dili(?)ne şu kelimeler, tamlamalar ve benzerleri sokuldu: Nasır(O.V.K.), Sirk hayvanı, Ahır uşağı, Zıp zıp, Sarnıç gemisi(C.Y.), Mevsim işçisi(A.K.T.), Banko:(C.S.), Angarya(N.F.K.), Çatal karam(B.R.E.), Prangalar(A.A.), Hint kumaşı(C.S.), Dübeş kapısı(M.C.A.)……..( Bu ve benzeri kelimeler, tamlamalar, benzetmeler ancak Hicviye’lerde yer alabilirdi. )