a) Dinleyici kulağı ile solistlerimiz!..
b) Etnomüzikoloji.. TRT’ye EK: 23.08.2009( 03 Ramazan 1430 )
c) Millî Mùsıkîmiz can çekişiyor! (Güncel: 11.08.2009)
2- METRONOM
MONOLOG
Aşağıdaki yazı; müzik bilgisi zayıf, fakat dikkatli bir dinleyici ağzı ile ve mizâhî üslûbla, çala-kalem yazılmakla berâber; ilgililer, bu monologu ilmî bir araştırma konusu yapabilirler.
Cümleme “San’at mùsıkîmiz..” diye başlayacak iken, aklıma: “Halk mùsıkîmizde san’at yok mu?” haklı îtirâzı geldi. Batıcılarımızın/bat’ıcılarımızın yakıştırdıkları “dîvân müziği”, “enderùn müziği”, “modal müzik”.. terimlerini mi kullanmalıydım?.. Onlar; bizim müziğimizi “Geleneksel müzik” diye de anarlar. Ben, müziğimizin “geleneksel” oluşunu iftihâr vesilesi sayıyor ve “soylu müzik” deyimini ileri sürüyorum. Bir kısım batıcılarımız “bizimki soysuz müzik mi?” diye ister alınsınlar, ister alınmasınlar!.. Dünyânın hiçbir yerinde 1950’den önce örneği, dolayısıyla klâsiği, repertuarı bulunmayan “hibrit müzik” e “çağdaş!” diyenler, benim müziğime “çağdışı müzik” demiş olmuyorlar mı?. Evet.. bu batıcıların benim mùsıkîme “çağdışı” sıfatını taktıklarının 2 delîli, bu web sitemin “Mùsıkîmizde ilim-dışı resmî uygulamalar” bölümündedir(1). Ben de, bilmukàbele “hibrit müzik” deyimini kullanıyorum. Bu deyimin “bilimsel olmadığını” isbât edemezler; ben ise “bilimsel olduğunu” isbât edebilirim!..
Kudemânın “hasbihâl” dediği “monolog”, konuya girmemi geciktirdi..
En gelişmiş müzik âleti, insan vücùdundadır.. müzik sistemine uygun sesleri çıkarır ve bu seslere güfteyi de giydirir.
Çıkarılan sesler yalın değildir; “çarpma”lar vardır. Çarpma’lar insan sesinde yalnızca işitilir; çalgılarda işitilmekle berâber göz de fark eder: Kemânînin sol el parmağının tel üzerine hem bastığını, hem de titrediğini görürüz; kanùnînin, sol eliyle, tele “kesme” vuruşları da gözümüze çarpmış olmalıdır.
“Çarpma”larda, sistem içindeki perdelere dikkat edilir; Batı müziğinde bu kolaydır; çünkü aralıklar birbirine eşittir (yarım sesler 100 sent aralıklıdır.) Soylu müziğimizde ise, makamlara göre, çarpmalarda bakıye, küçük mücenneb, ikili, artık-ikili aralıklar kullanılır; dörtli, beşli.. aralıklı çarpma’lar kullananlar(kullanabilenler de), çok az da olsa vardır. Özellikle, peste çarpmalar daha nâdirdir. (Hüseyin Sadettin AREL’e göre: 1 koma= 23 sent, bakıyye= 90 sent, küçük-mücenneb= 113 sent, büyük-mücenneb= 180 sent, tanînî= 204 sent, tam-dörtlü= 498 sent, tam-beşli= 702sent, sekizli= 1200 sent)
İnsanların çıkardıkları müzikal sesleri; baş sesleri, göğüs sesleri ve larenks (hançere) sesleri diye 3’e ayırabiliriz. Larenks sesleri ve onlarla yapılan çarpma’lar soylu mùsıkîmize hastır ve tek sesli olmanın getirdiği meziyetlerden biridir. Batı müziğinde ve hibrit müziğimizde bulunmayan, bu, hançerede nâdir kimselerce oluşturulan çarpmalara halk arasında “gırtlak nâğmesi” denmektedir.
Bu hasbihâl bâbında söylediklerimi bilimsel olarak araştırmak, zamânımızda çok kolaydır; kasete, teype, plağa, CD’ye ihtiyaç yoktur: Bilgisayarınızda “You Tube”ye giriniz.. Soylu müziğimize has çarpmalar incelenirken, “çıkıcı” veya “inici” olup olmadıkları da dikkate alınmalıdır. Batı müziğinin soylusunda çarpma’nın (trille, mordant, appogiature) nasıl yapıldığını tedkîk için “opera aria verdi” yazıp Search’ı tıklayınız; “IL TROVATORE VERDİ Leonora –finale- OFELIA HRISTOVA (Time: 09.32)”yi dinleyiniz.
Hançerede yapılan çarpmaları incelemek için “makber” yazıp, Hamiyet Yüceses’i dinleyiniz. Pest’e doğru çarpmalar.. İşte böyle çarpma yapabilenlere solist-assolis denebilir!.. Hamiyet Yüceses gibisi 100 yılda bir gelir!.. Daha sonraki yıllarda da mükemmel hançerelere sahip değerlerden birkaçı: Şükran Ay(1933-23.11.2011,Defni:24.11.2011), Belkıs Akkale, Elâ Altın, Müşerref Akay, Güler Basu Şen, Süheyla Eren,Muazzez Ersoy, Ayşenur Kolivar, Ayşe Taş, Esma Başbuğ ….. Aslında bizim soylu müziğimiz “fasıl müziği”dir. Fasıl ise; takım+şarkıyât demektir. Fasıl içinde, solo olarak, ancak “gazelhân” mertebesindekiler tek olarak seslerini işittirebilirler. Korolarda ise; bütün sesler kaynaşmış olarak işitilecektir ve bu sebeple çarpma yapılmamalıdır.
Hamiyet Yüces’e 10 üzerinden 10 verirsek; günümüzde 10 üstünde 8 alacak hançerenin sahibi –tek başına- Belkıs Akkale’dir; hâlen solistlik yapanların hançereleri ise 7’den yukarıya not alamazlar ve sayıları da 5’i 10’u geçmez. “Daim Yusuf Orti = Oğul Oğul Yusuf”da ve Yaylalar’da Ayşenur Kolivar’ı mükemmel buldum.
Yüceses’in zamânında diğer nâdir hançere sâhiplerinden 10 üzerinden 8 alabilecekler: Gençliğinde M.Senar; M.Mukadder, N.Uluerer, Şükran Ay… vardır; kadın hançeresinin çok daha başarılı olduğu görülmektedir.
Şunu önemle belirteyim: 10 üzerinden 1 veya 2 bile başarıyı ifâde eder; 10 üzerinden 0 (sıfır) ise; Larengeal çarpma (hançere çarpması, gırtlak nağmesi) yapılamadığını gösterir. Bu larengeal çarpmalar (gırtlak nağmesi) konusunu hafife alacak olanlar ya fazla düşünmeyen müzikologlarımız veya –kedi ile ciğer misâlini akla getiren- solistlerimiz olacaktır!.
Göğüs seslerinde de solistlik değerler vardır.. S. Tanürek gibi.
1945 – 1955(?) yılları arasında, bu değerli solistleri bulup alkışlarıyla destekleyenler, İstanbul’un (o zamanki İstanbul’un!!..) san’at-bilir sakinleri; Tepebaşı’ndan Bebek’e kadar alandaki gazinolarda fahrî jüri üyeleri gibiydiler. Gazino sahipleri de, bu (gerçek) İstanbulluların alkışlarına uymak zorunda idi.
Günümüze gelince.. Devir, TV devri.. Özel televizyonları bir yana bırakıyorum; çünkü onların, “T.C. vatandaşlarının san’at zevklerini yüceltmek!” gibi bir mecbùriyetleri yok.. fakat TRT’nin var.. var ise de TRT, özel kanallarla, san’atı değil de çıplaklık çirkinliğini pazarlama yönünde yarış etmede.. Amerikan filmlerindeki ‘yatağından kalkan kadın’ kıyafetiyle (kombinezonla) veya mahalle hamamı kıyâfetiyle (askısız kombinezonla) solistliğe çıkan (solistliğe soyunan!) ve genel bütçeden para alan hanımlar!.. “Eşit hak” anayasal olduğuna göre erkek arkadaşlarının (İslâmî tesettürü de aşan) kapanıklılıkkları nasıl îzâh edilebilir?.
Derdimiz, yalnızca müzikdeki dejenerasyon mu?..
1945’den îtibâren marksistlerimiz, bizi biz yapan ne varsa bütün özelliklerimizi değiştirmek için ellerinden geleni yapmışlardır. “DEVRİM” anlayışlarını ilk ve bildiğim kadarıyla son defa, 11.1.1957 tarihli CUMHURİYET’de Nurettin Şazi Kösemihal açıklamıştır: DEVRİM DEMEK BİR TOPLUMUN EKONOMİK ÜRETİM TEKNİKLERİNDEN, ÖRFLERİNDEN, ÂDETLERİNDEN, GELENEKLERİNDEN TUTUN DA EN YÜKSEK DEĞERLERİNE, ZEVKİNE KADAR HER ŞEYİN DEĞİŞMESİ, YERİNE YENİ TEKNİKLERİN, KURALLARIN, DEĞERLERİN KONULMASI DEMEKTİR.(2) İşte marksistlerimizin mârifetlerinden örnekler:
Öncelikle dilimize saldırmışlardır. Orhan Seyfi Orhon (1890-1972) 1951 baskı tarihli ve İ.İNÖNÜ’yü hicveden HİCİVLER başlıklı kitabındaki dörtlüklerinden birinde şöyle demektedir:
Sevilen Tek Yazarın!
Bozuyor, uyduruyor, eğleniyor dille diye,
Sevilen tek yazarın kaldı da Nùrullah Ataç;
En güzel Türkçe yazan, belki de târîhimizin
En büyük şâiri Yahyâ’yı bıraktın yarı aç!..
Orhan Veli ve (garip) arkadaşları; vezin, kàfiye, nazım şekli bir yana; şiirin konusunu, şiir zevkini değiştirmişlerdir. [ “Zevk-i millî” ve “melez, soysuz …… parçalar, besteler” ] hakkında Mehmed Akif Ersoy; “Şerîf Muhyiddîn’e” başlıklı şiirinde şöyle demektedir:
[ Melez, soysuz, şerefsiz parçalardan başka şey yok hîç; / Ne düşkün zevk-i millî.. besteler piç, şâheserler piç. ] Mehmed Akif merhùmum “melez parça” dediğine, ben; “hibrid müzik” diyorum. [ Dr.C.ÖNEY: Bizim çağdaş modernistler / Yok_etmiş zevk-i millî’yi!. ]
Katırların, eşeklerin takılarını boynunda taşıyan, saç-sakalla orman kaçkını sanatçılarımız “Arkadaşım eşşek” diye seslenerek ünlü(?) mertebesine çıkmışlar; yurt dışında yurdumuzu-yurtdaşımızı temsîl etmişlerdir.
“Aptülcanbaz?!” tiplemesiyle mütedeyyin kitleyi rencîde edenler, İslâm düşmanlarını cesâretlendirenler ödüllendirilmiştir. Sanatlarını marksizmi yurdumumuzda yaymayı gàye edinenler; Enver Hoca Arnavutluku’ndan, Stalin Rusyası’ndan ve o devir Sırbistanı, Bulgaristanından ödüller devşirmişlerdir. Şimdi de, Nobel ödülü revaçtadır!..
İslâm dîni “çocuklarımıza” öğretilemez hâle getirilmiş ve sonucu olarak ahlâkımız, geleneksel san’atımız, zevk almada ölçülermiz bozulmuştur. Çıplak kadınların çirkin gösterilerinden büyük zevk duyan seyirci hanımlarımızın hallerini TV ekranlarında görüyoruz. Bir yanda ilgisiz kalan başımızdakiler ve bir yanda bir Amerikalının söyledikleri: [[ Marmara Üniversitesi’nde “Geleneksel Türk San’atı” konulu bir konferans veren Prof.Dr.Glassie, “Dünyada bana göre gerçek ve güçlü kültüre sâhip iki ülke var. Bunlardan birincisi Japonya, ikincisi de Türkiye’dir.” 1982’de İstanbul’a gelip Süleymaniye Camii’ni görüp ülkesine döndükten sonra Türkçeyi öğrendi. Türk kültürünü tanıdı. Geleneksel san’atların din öğesiyle gelişme gösterdiği konusuna dikkat çeken Prof. Glassie, “sizin bütün san’at eserlerinizde aynı kültürü gördüm. Bu ortak kültür dinden, yâni İslâmiyetten doğmaktadır. San’at dînin çiçeğidir. ABD’de din çok zayıf. Bu yüzden geleneksel san’atlar çok zayıftır” dedi. Prof., daha çok halıcılık ve çinicilik alanlarında araştırma yapıyor. (5 Temmuz 1999 Beklenen VAKİT gazetesi) ]] Prof.Dr. Glassie’nin söylediklerini, Nurettin Şazi Kösemihal’in tarif ettiği DEVRİM’in unsurlarını dikkate alarak yorumlayalım: 1) Türk toplumunun (büyük çoğunluğunun) en yüksek değeri olan İslâmiyete açılan savaş, marksistlerin eseridir. 2) ZEVK hissinin yüceliği, asâleti; edinilen millî kültürden nasiblenir. Bir gayrı müslim olan Amerikalı Prof., Süleymâniye Câmii’ni görüp de hayran kalıyor ve bu sebeple dilimizi öğreniyor!.. Milyonlarca müslüman İstanbullunun, Süleymâniye Câmi-i şerîfi’nin semtine bile uğramamış olduğu gerçeği karşısında hayıflanmamak, utanmamak mümkün mü?.. Bunun da müsebbibi marksistlerdir. Marksistlerimiz Atatürkçülüğü, Kemalizmi, ilk basamak olarak görmekte ve kullanmaktadır. Şimdi ikinci basamak olan “aydınlanma, Anadolu aydınlanması” konusunda gayret göstermektedirler.
Bize bizden çok daha fazla kıymet ve ehemmiyet verenler, bir gayrı müslim Amerikalıdan mı ibâret?..
Elbette değil.. Diğer bir örneği; Zeynep Göğüş’ün, 01.10.1993 târihli HÜRRİYET’deki “Kim bu Türkçü?” başlıklı yazısını aynen nakl ederek veriyorum:[En büyük değişiklik, Türklerin dünyasının Türkiye Cumhuriyeti etrafında yeniden doğmasıdır. Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Azerbaycan halk, kültür ve lisan açısından aynı köke dayanan Türki devletlerdir. Balkan ülkelerine bakıldığında da Türk kökenlilerin sayısı az değil… Artık Ankara ve İatanbul, nüfusu 58 milyon olan Türkiye Cumhuriyeti’nin şehirleri olmakla kalmayıp, yeni Türk dünyasının merkezi olarak da ortaya çıkmaktadırlar.”
Bu konuşmayı bizden biri yapsa, adamın ne hayalciliğini bırakırız, ne de Atlantikten Çin Seddi’ne edebiyatçılığını… Ne var ki bu sözlerin sahibi, Japonya Araştırmaları Derneği’nin toplantısında dinlediğimiz Japonya Büyükelçisi Yoichi Yamaguchi idi.
Mükemmel Türkçe konuşan Yamaguchi’ye göre “21’inci asır, Türkiye ve Japonya’nın asrı olabilecektir.”
Yeni dengelerini kuran Türkiye, Japonya’ya çok önem vermeli. ]
Marksistlerimizle Batıcılarımız (Türk’ün dilini-edebiyâtını, mùsıkîsini, ahlâkını, mukaddesâtını, mîmârîsini, halk san’atlarını, örfünü, âdetlerini, sofrasını, .. unutturarak yerine, örnek aldıklarının muzahrefâtını ikàme konusunda) el-ele vererek; devletleri ayrı yüce milletimizin birlik/berâberlik imkân ve ihtimâlini yok etmişlerdir ve milletin özünü temsîl eden bir iktidârı da; sudan problemler empoze ederek “lâfa tutup?” engellemişler, kültürün millîsine değil de turistiğine: “turistik kültür”e yöneltmişlerdir. O hâle geldik ki; san’at aşığı Amerikalı, Japon.. ilim adamlarının ilgisini günümüz, yarınımız değil, geçmişimiz; tahrîf, tahrîb, tahkîr ettiğimiz millî kültür ve san’atımız ilgilendirecektir.
Millî mùsıkîmizi, soylu mùsıkîmizi soysuzlaştırmak, hibrit(hybrid) müzik hâline indirgemek isteyen millî kültür düşmanlarımızın desteklediği “Târihî Türk mùsıkîsi” deyimi zararlı olduğu kadar, ilmen de yanlıştır. “Târihî Türk edebiyâtı, Târihî Türk şiiri” deyimlerinin yanlış olsuğu gibi.. “Târihî Türk mùsıkîsi” deyimi ile, İslâmiyetten önceki “Pentatonik”devir kastediliyorsa; ona bir diyeceğimiz yoktur.
“Etnos”un “kâfirler” ve “Etnomüzikoloji”nin “kâfirlerin müzik bilimi” demek olduğunu biliyor musunuz?..
Muârızlarımızın bir hedefi de; Soylu mùsıkîmizi, “Etnomüzikoloji” dâhiline sokmaktır.
Hıristiyan müzikologlar, kendi eski (çok seslilikten önceki, hattâ hıristiyanlıktan/Hz. İsa’dan önceki ) müziklerini değil de; “kâfir” saydıkları milletlerin müziklerini Etnomüzikoloji adı altında toplamıştır. Şemseddin Sami’nin, << 14 Şaban 1318, Erenköy >> imzâlı ve Mihran Efendi’nin Önsözünü taşıyan 2240 sahîfelik lûgatin 992. nci sahîfası ilk sütùnunda: [Ethnique: (Eski kütüb-i dîniye-i nasrâniyede) mecùsî, dinsiz] diye yazılıdır ve yurdumuzda 1930’dan önce basılmış Fransızcadan Türkçeye lûgatlarda Etnomüzikoloji deyimi, maddesi mevcut değildir.
Yüzyılların kültür merkezi İstanbul’un, İstanbullunun acıklı manzarasına gelince..
Partilerin, Belediyelerin ileri gelenleri; köylerindeki akrabalarını, kabîlelerini, seçmenlerini, militanlarını.. İstanbul’a getirdiler; vakıf, hazine arazîlerinin, ormanların, dere yataklarının, metruk binaların.. işgaline göz yumdukları gibi, bu gàsıpların inşaat ve iskân ruhsatı almamış/alamayacak evlerine su, elektrik verdiler; otobüs seferleri.. düzenlediler ve MEGAKÖY haline gelen İstanbul’da san’attan anlayan bir yana asayiş, huzur kalmadı. Eski İstanbullulardan milletvekili bir yana mahalle muhtarı bile yok!… Bu düşüncelerle, web-site’min bir yerinde yer alan bir mısraımı tekrarla bu monologa son veriyorum:
İstanbul öldü.. rùhuna İhlâs ve Fâtiha!..
TRT’YE Protesto !! (11.04.2008)
1) ” ALATURKA SOLİST YARIŞMASI “ başlıklı bir sürekli program düzenlenmiş.. Musıkîmize, TRT’nin “ALATURKA?!” demesini bir hatâ, bir ayıp olarak görüyorum. Bir İtalyan, bir Fransız, bir Alman; Çinli, Japon.. musıkîmizi anlatmak için ” Alaturka“ tâbîrini kullanabilir; fakat bir Türk’ün, öz musıkîsine ” Alaturka “ demesi ayıptır. Bir Türk, Çinli, Japon; Batı müziğini anlatırken ” Alafranga“ deyimini kullanabilir. Fakat; bir İtalyan, Fransız, Alman kendi müziğinden bahsederken ” Alafranga “ der mi?.. Bir özel televizyonun programının benzerini yapan TRT’nin, hiç olmazsa bu ayıbı kopya etmemesi gerekirdi. [ 21.02.2009 ilâvesi: 2008 son ayında, milletimizin, iç ve dış önemli olaylarla meşgul olduğu günlerde, TRT, Türk Halk ve Türk San’at musikisi yayınlarını saat 21.00’den ileriye, gece yarısına, sahur vaktine(?) atmış; ötelemiş, itelemiş ve onlardan (boşalan) saatlerini de çocuk programlarıyla kamufle etmiştir. Bu olay, muhterem Cumhurbaşkanımızın, muhterem Başbakanımızın bizzat ilgilenmelerini gerektiren millî kültür mevzùudur! (Bakınız:TDK) ]
EK:(23.08.2009 – 03 Ramazan 1430) Ramazanın ilk günü, TRT’de ilâhîlerimizin, Salât-ı ümmiyye’nin, Tekbîr’in.. çok-sesli bir koro tarafından icrâsı, sünnî müslümanları yüreğinden yaraladı. Sebebleri: İslâmî ibâdet ve edebiyat metinlerini, müzik serbestî ve kàidelerine uyarak bestelemek yerine, tecvîde riâyetle seslendiren atalamızın emânetlerini koral hâle getiren kişi ve programa izin verenlere :
a) Eser bestelenmemiştir; aranjman söz konusudur.
b) “İntihâl” açıktır
c) Tek sesli bir târîhî eseri çok sesli hâle getirmek, karakalem bir levhayı boyamak gibi bir tahrîfdir; vandalizmdir.
d) TRT’nin, böyle bir programla Ramazan ayına girmesi, sünnî müslümanları yaralamıştır.
e) Başbakanlığın – Diyanet İşleri Başkanlığı görüşüne göre – gereğini yapması gerekmektedir.
Ramazanın ikinci günü TRT’de klâsik Türk musikisi konserine yer verilmesi, Millî musikimizi sevenleri ziyâdesiyle memnùn etmiştir. KONYA MUSİKİ DERNEĞİ, Klasik Türk musikisi konseri ile, Millî musikimiz âşıklarının gönüllerini feth-etmiştir. Karcığâr iki Ağıraksak şarkıyla başlayan konser köçekçelerle son-buldu. İkinci bölümde Şevkefzâ.. [ “Ser-i zülf-i amberini yüzüne nikàb edersin! : Amber kokulu zülfünün ucunu yüzüne peçe edersin ] şâheserini şarkılar izledi.. Üçüncü bölümde Hicâz şarkılar, köçekçeler.. Dördüncü bölüm, Mâhùr’un verdiği coşku ile son buldu. Ud, ney, kanun.. taksimleri; solistler mükemmel idi. TRT’ye 2 hususda müteşekkirim: Derneklerin konserlerine -benim bildiğim- ilk defa doyurucu bir süre tanındı. Derneğin adı, -benim bildiğim- ilk defa, sürekli olarak sağ-alt köşede yazıldı. Tek hususda özürlü ve üzüntülüyüm: Koroyu başarı ile yöneten sayın profesörün adını yorgun hafızam hatırlayamadı. TRT’nin de; koro yöneticisinin kimliğini başlangıçta söylemekle yetinmemesi, program sonunda olsun tekrarlaması gerekirdi.
2) 11.04.2008 günü 21.45’deki ”Alaturka Solist Yarışması’nda; Münir
Nurettin Selçuk merhùmun ” Dönülmez akşamın ufkundayız.. vakit
çok geç “ mısraı ile başlayan şarkısı, ” çok-seslendirilerek “ okundu.
Bu davranış her şeyden önce merhùma saygısızlıktır. Web sitemin
ilgili bölümünde vaktiyle yazdığımı tekrarlıyorum: Sahibi belirli veya
belirsiz bir halk türküsünü veya tek sesli bir Türk san’at musıkîsi eserini çoksesli hâle getirmekle, bir karakalem resmi çok renkli hâle getirmek; vandalizm’e örnek gösterilebilecek bir olaydır. Polifonik bir halk türküsü veya şarkı okumak isteyenler, kendileri bestelerler veya bir bilene sipâriş verirler; buna kimse karışamaz. Fakat başkasının eserlerini bu hâle sokanlar ve buna imkân-izin veren TRT en acı şekilde tenkîd edilir.
———————————————————————————–
[ ….. Batı müzikçisi Veysel Arseven 29.5.1976 tarihli CUMHURİYET’de çıkan “gaflet” başlıklı yazısında şunları söylüyor (yazıda karalanan kurum İ.T.Ü. Türk Musikisi Devlet Konsevatuarı’dır. C.ö.) Son günlerde Çağdışı bir müzik kurumunun temelleri atılıyor da ne devlet konservatuarlarından, ne devlet opera ve balelerinden, ne devlet orkestralarından, ne de müzik eğitimi yapan kurumlardan ses çıkıyor. Konuşuyorum bazıları ile.. Hepsi de söyleniyor, homurdanıyor ama, söyleyip yazmaya gelince hepsi de tısss. Herkes dilsiz, herkes uygarlıktan yoksun.]
[ 14.6.1988 – 18.6.1988 tarihleri arasında Ankara’da tertiplenen I.Müzik Kongresi’nde bir kısım Batı müzikçiler millî musikimize çağdışı sıfatını yakıştırarak hakarette bulunmuşlar, tartışmalara sebep olmuşlardır.]
(2) CUMHURİYET’den alınan bu tarif 1.11.1957 tarihli MUSİKİ MECMUASI’nda da bulunmaktadır.
(3) “Çağdaş” kelimesi hakkında, web site’min “Dilimize Saygı” bölümünde ek bilgiler vardır.
MİLLÎ MÙSIKÎMİZ CAN ÇEKİŞİYOR !
1) Web sitemin özel bölümlerinde(1) aralıkları eşit olmayan 24 perdeli müzik sistemimizin, Hz.Mevlânâ’dan başlayarak açıklandığını 4 delille belirtmiştim. Elsine-i selâsenin (3 dilin: Arapça, Farsça, Türkçenin) fonetiğine uygun olan bu müzik, Millî mùsıkimizdir(2).
2) “Millî mùsıkîmiz!.. Türk mùsıkîsi!..” diye günümüzde öğretilenler, kudemâdan gelenlere hiç de uymamaktadır. Birkaç çarpıcı misâl: Günümüz bilgilerimize göre, usûllerimiz; 2 ve 3 zamanlı usûllerin birleşmesinden meydana gelir!.. 20nci yüzyıla gelene kadarki eserlere göre; mùsıkîmizde 2 zamanlı usûl: nimsfyan usùlü de yoktur, 3 zamanlı usûl: semâî usùlü de yoktur. “Nîmsofyân” terimi 20nci yüzyıl îcâdıdır. 20nci yüzyıla kadar, “Semâî” terimi vardır ama, 6 zamanlı usùlün adıdır.. 20nci yüzyılda, 6 zamanlı usùle de “Yürüksemâî” terimi yakıştırılmış, îcâd edilmiştir. Teori bilimi karmakarışık edilmiştir: “Semâî usùlü kaç zamanlıdır?” diye sorulsa; “- Semâî, günümüzde 3 zamanlı usùlün adı ise de, 20nci yüzyıla gelinceğe kadar 6 zamanlı usùle denirdi” demek lâzım. Mâdem Sofyân’a karşı Nîmsofyânı uydurdunuz, Semâî’nin mânâ kargaşalığını önlemek için, Yürüksemâî yerine Nîmsemâî’yi tercîh etse idiniz ya!.. 20nci yüzyılda, “Türk mùsıkîsi usûlleri teorisi” neden bu hâle sokuldu?.. “Edvârdaki usûller teorisi”ni anlamak, çözümlemek mümkün olamamıştı!. Edvâr’da usûller, arùz teorisinde olduğu gibi “dâirelerle” gösteriliyor ve bir de; usûllerin meydana gelişi konusunda 2 ve 3 zamanlı usûllerden değil, mânâlandıramadıkları “Heyùlâ-yı usûl”(3)diye bir terimden bahsediliyordu. Makamlar konusunda ise bu derecede hatâlar yapılmamıştır. Konservatuarlarımıza düşen; çok büyük çoğunluğu geçmişle ilgili araştırma projeleri üretmek, şimdilik günümüzde geçerli teorik bilgileri öğretmek, klasik eserlerimizi ve özellkle takımları öğrencilere yorumlamak-sevdirmek, halka sunulan icrâlarda takım+şarkiyat olan FASIL sunuş şeklini seçmek [[Şarkiyat = Fasıl şarkiları < Giriş müzikleri yoktur; bölmelerin içinde, yâni zemînin, nakarâtın, miyânın içinde enstrümental ezgiler(saz payları) yoktur ve bölmeler arasındaki bölmeden bölmeye geçiş saz payı çok kısadır(kullanılan küçük usùlün yarısı kadardır) ; koda denen son enstrümental bölüm, sona eren şarkının usùlündedir!… > + Sonluk denen köçekçeler..]] , klasik eserlerin ve fasılların notalarını yayınlamak, öğrenci korolarını desteklemekdir. [ 20nci yüzyılda 3 çok mühim konuda başarı kaydedilmiştir: a) Akustik fizik.. aralıkların tesbîti b) Zekâîdedezâde Ahmed Irsoy’un himmetiyle klasik eserlerin notalarının tesbiti ve birkısım kompozisyon kàidelerinin – ustadan çırağa gizliliği içinde de olsa- günümüze ulaştırılması(4)
(1) , (2) Bakınız: “Türk Mùsıkîsi” ana bölümünde “Perde sayısına deliller”
(3) Hâşim Bey Mecmùası sahîfa 3’den: [ (…) Heyùlâ-yı usûl anâsır-ı erbaaya teşbih olunub dört alâmet ile ta’rîf olunmuştur. meselâ düm tek teke teketeke (…) Tek bir mızrab sâhibidir. Teke iki mızrab sâhibidir. Ârız olan hareketleri vechile Düm iki, dört mızrâba mutasarrıf olur. Tek iki, dört ve altı mızrâba mutasarrıf olur. Teke dört mızrâba mutasarrıf olur. Teketeke sekiz mızrâba mutasarrıf olur. Alâmet-i merkùm-i sıfat, usûlde zâtî mi yoksa ârızî midir rakamın işâretinden beyan ve izhâr olunur. (…) ] Heyùlâ-yı Usûl konusunda inceleme yapacaklara faydalı olabilir düşüncesiyle, benzerlik taşıyan arùz nazariyâtını sunuyorum: ARÙZ KALIPLARI; TEN(Sebeb-i hafîf, TENE(Sebeb-i sakıyl), TENEN(Veted-i mecmu’), TENNİ(Veted-i mefruk), TENENEN(Fâsıla-i sügrâ), TENENENEN(Fâsıla-i kübrâ)’nın birleşmesiden oluşur: Örnek olarak: Fâilâtün: TEN + TENEN + TEN; Mütefâilün: TENENEN +TENEN veyâ Mütefâilün: TENE + TEN + TENEN (Bakınız: Sitemin “KLASİK TÜRK MÙSIKÎSİ ana bölümündeki “Yùnus Emre Arùz Şâiridir” bölümü)
(4) Gizli tutulan bilgilere bir misâl: Ali Rifat Çağatay, araları açık olan Dr. Suphi Ezgiye haber gönderir: “-Bir Lenkfahte eser bestelesin de görelim.” Bu işde bir incelik olduğunu sezen Ezgi, bu usûlde beste yapmakda üstâd olan Z.D. A. Irsoy’dan aldığı gizli bilgilerle Lenkfahte beste yapar.
(5) “Etnomüzikoloji” deyimi için; sitenin “Monolog” bölümüne bakınız.
Aşağıdaki yazı, Musiki Mecmuası Ağustos/Eylül 1958 sayı 126/127’den alınmıştır.
Faydalı Bilgiler
METRONOM HAKKINDA
Metronom hakkında bilgi veren ilmî yazılar Mecmuamızın muhtelif sayılarında çıkmıştı. Ben; bu aletin bizzat kendisinden bahsetmeyerek metronom işaretinden pratikte istifade yollarını bildirmek istiyorum.
Bir musiki saz veya söz eserini tesbit eden nota satırlarının ilkinin bazan sol tarafında, bazan sol yukarısında ekseriya bir sekizlik nota ile önünde musavi (eşit) işareti ve bir sayı görürüz. Beste yapmakla meşgul olanların, bu işaretlerin ne şekilde hesap edilerek kaydedilmesi; eseri icra edeceklerin, bu işaretlerden ne yolda istifade edilmesi gerektiği hakkında bilgili olmaları iktiza eder.
Bestakâr, bestelediği bir esere şu şekilde metronom işareti koyar: Önüne saniyeli br saat alarak gayet muntazam bir ritm ile tam 60 saniye müddetle nota mırıldanır. 60 saniye zarfında kaç batuta okumuş olduğunu sayarak bulduğu adedi usul bildiren kesrin sureti (payı) ile zarbeder (çarpar). Bulduğu sayıyı, usul bildiren kesrin mahreci (paydası) kıymetindeki bir notaya, yani payda 4 ise dörtlüğe, 8 ise sekizliğe.. eşit gösterir.
İcrakâr, metrenom işaretinden şu şekilde istifade eder: Metrenom işareti, meselâ, sekizli eşit 108 ve usul bildiren kesir 9 bölü 8 olsun. Sekizli eşit 108 bize 60 saniyede 108 adet sekizlik nota icra edileceğini gösterir. 9 Bölü 8 ise her batutada 9 adet sekizlik nota (sükût işaretleri tabiidir ki buna dahildir) bulunduğunu ifade eder. 108’i dokuza bölersek 12 rakkamını buluruz. Bu hesabı yapan icrakâr, 12 batutanın, eserin neresinde nihayet bulduğunu işaretler. Saniyeli saate bakarak tam 60 saniyede 12 batuta okuyacak sür’atte bir ritm elde edebilmek içim mümâreseler yapar. Ve arzu edilen yürüklüğü temin etmiş olur.
Metronom işareti olarak bazan bir tek nota yerine bir usul, mürekkep bir usulün bir basit parçası bir sayıya eşit gösterilir. Meselâ, Mecmuamızın 10. ncu sayısında çıkan Köyden Haber’in 4. ncü hanesi başında, noktalı sekizlik ve sekizlik, yani yarım usul, dolayısıyla yarım batuta 144’e eşit gösterilmiştir. Bu işaret bize, 60 saniye zarfında 144 yarım batutanın yani 72 tam batutanın icra olunacağını gösterir. 4. nücü hanede 72 batuta ve hattâ yarısı kadar batuta olmadığından dörtte biri olan 18. nci batutanın nihayet bulduğu yeri işaretleriz ve bu 18 batutayı (dakikanın dörtte biri olan) 15 saniyede icra edebilecek şekilde çalışmalara başlarız.
Metronom işaretinin bir faydası da eserin ne kadar zaman zarfında nihayet bulacağını bildirmesidir. Bu husus Mecmuamızın 10. ncu sayısında tafsil olunmuştur.
Dr. Cahit Öney
=====================================
Neyzenler Hakkında
Neyzenler hakkında: Halil Can beyden alınan kısa malûmatı aynen naklediyoruz:
Neyzenlerin terceme-i halini değil, fakat bilinen en eski neyzenleri tanımak isteyen bir okuyucumuza şu malûmatı verebiliyoruz:
1 – Şeyh Said Efendi merhum Beşiktaş Mevlevihanesi Şeyhidir ve bunun üvey oğlu Dede Salih Efendi (Şehnaz Peşrevi sahibi). Dede ünvanı, eğer çile çıkarırsa Dede sona alınıyor, çıkarmamış ise Dede başa alınıyor.
2 – Şeyh Said’in iki talebesi vardır. Biri Salih Efendi diğeri Yusuf Paşa. (Yusuf Paşa Şeyh Said’in oğludur).
Şeyh Said ölünce Yusuf Paşa musika-i Hümâyunda olduğu için kendisine meşihat tevcih edilmiyor. O zaman Mor’a Yenişehri Mevlevîhanesi postnişini ve meşhur Şair Yenişehirli Avni Beyin kain pederi olan büyük Nazif Dede’ye meşihat tevcih ediliyor. (Başka Nazif Dede de vardır. Acem Aşiran âyını besteleyen Şeyh Hüsein Fahreddin Efendinin banasıdır).
Yusuf Paşa’nın iki talebesi vardır. Biri Sâlim bey, diğeri şeyh Hüseyin Fahrettin efendi.
Salim Beyin kabri Üsküdarda Sandıkçı dergâhındadır. Bu dergâhta zikir esnasında vefat etmiştir.
Salim Beyin en güzide talebesi Aziz Dededir. Aziz Dededin en güzide talebesi de Emin Dededir. Emin Dede en velûd ney hocasıdır. 18 kişi icazet almıştır.
Galata Şeyhi Ahmed Celâleddin Dede Mısır Mevlevîhanesinde 25 sene neyzenlik yapmış ve 96 yaşında vefat etmiştir. İstanbulda Kacaahmet de medfundur.
Divan teşkil edecek kadar tasavvufî şiirleri vardır.
Büyük Türk şairlerinin “A” harfinde (Ahmed Celaleddin Baykara) nın terceme-i hali ve resmi mevcuttur.